Ali Cabbar ile Söyleşi - Gölgede - Basak Senova

Başak Şenova: Serginin tamamı, hatta fiziksel yapılanışı için en belirgin özellik olduğundan “huzursuzluk” terimiyle başlamak istiyorum. İşler genelinde, bu terim ona mecbur kalınmış olarak değil de tam aksine hayatın içinde bir seçenek olarak yalnızlık durumu ile de yakın ilişkiler içerisinde. Bu iki terime nasıl yaklaşıyorsunuz?

Ali Cabbar: Huzursuzluk, ait olmadığın bir ortama “kopyala/yapıştır” yapılmak ya da tıpkı kötü bir kolaj gibi eğreti durmak hali olarak tanımlanabilir. Bunu çok sık hissediyorum. Aslında huzursuzluk bende sadece ruhsal olarak değil, fiziksel olarak da kendini gösteriyor.
Yalnızlık konusuna gelince... Evet, tercih edilen bir yalnızlık türü benimki. Belki de o nedenle her resmimde yalnız ben varım, bir de gölgem. Yalnızlık, kendinde o gücü bulabilen insanın seçimidir. Özellikle bir sanatçı için, üreten insan için gereklidir.
İnsanlar toplumsal varlıklar olmalarına rağmen, hayatlarının bazı evrelerinde, yalnız olduklarını hissederler. Hem sürüdürler, hem tek başına. Ben tek başınalığı tercih ederim.
Birçok işimde yalnız ve huzursuz bir figürün iletişim kurma çabaları var. Ben o figürü bir direniş ikonu olarak görüyorum. Huzursuz beden hareketleriyle kişisel bir işaret dili yaratmaya çalışıyorum. Semafor gibi.

B.Ş.: Peki ya “sürgün”? Sürgün’e gönderme yapıyor olması bu bağlamın neresinde yer alıyor?

A.C.: Sürgünlük, kendini bir yere ait görememe duygusu, bir kazazede gibi sahile vurmak ve bir misafir gibi yaşamaya çalışmak, ama bu arada geri dönme umudunun olup olmadığını bilmemek hali.
Bir insan durup dururken sürgün olmaz. Kişi doğduğunda, bir yere ait olarak büyüyeceği, yaşayacağı varsayılır. Fakat politik, dinsel, ekonomik nedenlerle bazıları yerlerinden, yurtlarından uzaklaştırılır veya uzaklaşmak zorunda kalabilir. Psikolojik olarak sürgünlüğü kabullenmek, belli bir süreç sonunda olur.
Benim özelimde sürgünlük süreci şöyle tezahür eder: Önce antidemokratik uygulama sonucu tutuklanır, işkence görür, yıllarca hapsedilirsin, ki bunun adı tutsaklıktır. Sonra, dışarı çıktığında, yaşama uyum sağlayamazsın, yabancılaşma başlar, bundan kurtulmak için yurtdışına gidersin. Başka bir ülkede yaşayacak bir çatı bulmaya çalışırsın, kaçak veya mülteci olarak kategorize edilirsin. Uzun bir süre sonunda, yaşamakta olduğun ülkenin vatandaşı olursun, kendini göçmen zannedersin, bir süre kendini oyalarsın. On - on beş sene sonra, felsefi düşünmeye başladığında sürgün olduğunun bilincine varırsın. Artık hiçbir yere ait değilsindir. Cebindeki pasaport seni o ülkenin vatandaşı yapsa bile oralı yapmaz. Doğduğun yerlere geri dönsen, artık oraya ait olmadığını görürsün. Yersiz, yurtsuz olmuşsundur. Hafızanın belli bir kısmı silinmiş gibidir. Bu noktada düşünürsün; belki de bazı insanlar sürgün olarak doğarlar. Bunun, arada yaşadığın tutsaklık, kaçaklık ile ilgisi yoktur.
Bir yere ait olmama ya da olamama duygusunu özgürleştirici buluyorum. İnsanı anlamsız aidiyet duygularından, milliyetçilikten arındırıyor.
Sürgün ile bağlantılı olarak ele alınması gereken bir başka durum da yerinden olmaktır. Bir sürgün, yerinden edilmiş bir kimsedir tıpkı bir göçmen gibi. Sürgün terk etmeye zorlanmıştır ama göçmen bir seçim yapmış gibi kabul edilir. Bence, dışarıdan gelen bir zorlama olmazsa kimse yerini yurdunu terk etmez.
Yerinden olan, yerinden edilen bir insanın hali, sürekli aynı yerde yaşayan birinden daha kötü müdür? Ben yerinden edilmiş olmayı bir “fırsat” olarak görüyorum. Ya da yeni bir başlangıç…

B.Ş.: İşler sizin geçmişinize ilişkin muhalif, hatta gel-git bir durumu işaret ederek, kişisel özgürlük kavramını sorguluyor. Bu sorgulama aynı zamanda içeride ve dışarıda olma durumlarının farkını gösteriyor.

A.C.: İşlerimin bütününe baktığımızda, özgürlük kavramının ne olduğunu anlama ve anlatma çabası kendini gösterir. Kişisel özgürlük diye bir şey var mıdır, ya da ne kadar muhalif olursak o kadar özgür mü oluruz gibi sorulara yanıt arıyorum. Bazen, insanlar aslında özgürlük istiyorlar mı diye kendime soruyorum çünkü sürü olmanın “dayanılmaz hafifliği” yaşamlarını kolaylaştırıyor gibi geliyor.
Özgürlük arayışı içindeki bir kuşağın üyesi olarak 80’li yıllarda verilen bir mücadelenin parçası oldum. Şimdi o günleri değerlendirdiğimde, savunulan hedeften çok, verilen mücadelenin önemli olduğunu düşünüyorum. Zorba siyasal iktidarlara herkesi muma çeviremeyeceğini, meydanın o kadar da boş olmadığını göstermek gerek.
Genelde, içeride olmak denildiğinde hapiste olmak, özgür olmamak anlaşılır. Ama bazı durumlarda dışarıda da özgürlük yoktur. Hatta bir çelişki gibi görünse de, baskı rejimlerinde hapisteki insan kendini daha özgür hissedebilir. Verilen bir mücadelenin, teslim olmamanın bedelini ödemektedir.
Bence kafamızın içinde özgürlüğü hissedebilmek önemli. Devlet, aile, toplum, ekonomi ve gelenekler el ele bizleri tutsak almışlar, biz de gönüllü olarak bu baskıyı kabullenmişiz.
Eğer bu kavramlara mekân, hacim boyutundan bakarsak, doğal olarak dışarıyı, geniş boşlukları, gökyüzünü, ufku tercih ederim. Bomboş bir arazide sonsuza dek yürümek isterim.

B.Ş.: “Acı” biçimleri serginin anlatısını şekillendiriyor. Aynı anda, “kara mizah”, sanatsal ifadenizde direniş mekanizması olarak kullandığınız araçlardan biri. Travmatik olaylara karşılık parodi kullanımı neredeyse anlatı merkezli her işinizde görünüyor.

A.C.: Acı, dünyaya bakarken hissettiğim bir duygu. Çaresizlik ve kızgınlıkla birlikte beliriyor, hayal kırıklığı ve amnezi hapı ile bastırılıyor. Belki o nedenle yaptığım işlerdeki figürler acı içinde kıvranıyormuş gibi duruyor.
Konuşan ve kendini anlatan bir insan değilim, ama nedense, ya da bu nedenle, işlerim “çok konuşuyor.” İyi-kötü yaşam deneyimleri, anılar, politik görüşlerim işlerime yansıyor.
Anlatım yöntemi olarak da sembolleri kullandığım doğru. Klişeleşmiş sembollere farklı anlamlar yüklemeyi seviyorum. Örneğin, gözbağı işkenceyi sembolize ederken, ben ona görmek istememe anlamını da eklemek istiyorum. Ya da, tutsaklığı sembolize eden bağlı elleri aslında kendi kendimizi nasıl köleleştirdiğimiz özeleştirisine bağlıyorum. Dikkatli bir izleyici görüneni değil de, gizlenmiş fikri anlayabilir umudundayım.
Desenlerimdeki gövde hareketleri, tiyatro sahnesi gibi kurgulanmış bazı komposizyonlar duyguları, fikirleri anlatan amblemler, bir cins trafik işaretleri gibi okunabilir. Huzursuzluğumu izleyicilere de aktarmak ve resimlerimin önünden kafasında sorularla ayrılmasını isterim. Bu yaptığım doğru değil, biliyorum.
Kara mizah, insanların bazı tehlikeli kelimeleri kullanmadan anlaşmalarını sağlıyor. Sistemi ve kendini eleştirmek için iyi bir yöntem. Eğer böyle bir yanım varsa, sandığım kadar kötü durumda değilim demektir. Mizah, hangi renkte olursa olsun iyidir.

B.Ş.: Bu noktada, sergide kullanılan kurgunun ve örüntülerin işlevini açıklayabilir misiniz?

A.C.: Dışımda süren hayatı sanki bir vitrinden, ekrandan izliyormuşum duygusu taşıyorum; boşluktan, şeffaf bir küre içinde dünyaya düşmüş gibi. Bazen görünmez oluyorum. Hiçbir değer (din, milliyet, mülkiyet, iş hayatı, gelenek, görenek) benim için bir şey ifade etmiyor. Etrafımda bu değerlere saygı gösteren, “normal” bir yaşam sürdüren insanları kıskançlıkla izliyorum. Sürekli bir huzursuzluk, melankoli, “düşük tansiyondan gelen baş dönmesi” gibi bir duygu hissediyorum. Yabancılaşma, hayata karamsar bakma, hayal kırıklığı…
İnsanların yaşamları çoğu zaman rastlantıların sebep olduğu şekilde gelişiyor. Yani bugün orada değil de, burada oluşumuzun nedeni belki de bir otobüsü kaçırmamıza dayanıyor. Bazı insanlar bunu kader olarak adlandırıyor. Belki küçük şeylerde yaşamımızı değiştirecek iradi kararlar alabiliriz, ama genel rotamız cinsiyet eğitim, sınıf gibi faktörler tarafından bizim dışımızda belirleniyor.
Hayatın kurgusunu açıklamak çok zor ama işlerimin kurgusu hakkında şunları söyleyemek istiyorum. Genellikle seriler halinde çalışıyorum, Yaptığım bir çizimin bazen bir “kardeşe” ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. O çizimdeki hareketin bir saniye öncesinde neler olduğunu merak ettiğim için bir desen daha çiziyorum. Böylece birbirbirini takip eden, animasyon kareleri gibi seriler üretiyorum. “İnsanlık Halleri” ve “Kuklamın İpleri” serilerim bu anlatım biçimine örnek olarak verilebilir.

B.Ş.: Amnezi, hayatla başa çıkabilmek için geliştirilen bir başka savunma mekanizması olarak işliyor. Genel anlamda, amnezi, sistemli olarak kurulmuş bir savunma mekanizması. Ya bu savunma mekanizması bir sistem tarafından kendiliğinden programlanıp, bireylere uygulanırsa? Ya böyle bir sistem sonuçta ayrışmaların bilişsel mimarisi üzerinden sürekli kendini ele geçiren bir noktaya varırsa?

A.C.: Yaşadığımız her şeyi hatırlamaya belleğimizin kapasitesi yetmeyebilir. Bazen de belleğin yükünü azaltmak için bazı anıları, deneyimleri, genellikle kötü şeyleri “delete” etmek, “sistemin” iyi çalışması için gerekli olabilir. Ama insan hafızası, demans gibi bir hastalık söz konusu değilse, önemli hiçbir şeyi unutmaz, ancak bir süre bastırabilir. Sergide yer alan “Gölgenin Utancı-Amnezi” işlerinde de bastırılmış bir bellek kaybına vurgu yapmak istiyor olabilirim.
Gözbağları eşittir işkence, amnezi eşittir kaçış; ya da gözbağları eşittir görmek istememek, amnezi eşittir sistemin bizden istediği, beklediği tepki. Sistem, onu yönetenlerin bile hayal gücünü aşmış bir şekilde, sürekli kendini yeniden yaratarak bireyleri programlamayı sürdürüyor. Dünyanın dört bir bucağında, farklı kentlerde, ülkelerde yaşayan milyonlarca insan aynı ortak beğeniler, aynı ortak idealler (!) etrafında birleş(tiril)miş durumda.

B.Ş.: Halka sınırlı erişimini göz önünde bulundurursak, siyasi güçler, çağdaş sanat alanını anlaşılabilir bir şeklide tehditkâr bir platform olarak görmüyor. Yine de, sizin işleriniz ülkede süregelen yozlaşmaya, baskıcı ve belitsel siyasi güçlere tepkiniz ile şekilleniyor. Böyle bir çabanın potansiyelini, bu güce meydan okuma açısından nasıl görüyorsunuz?

A.C.: Siyasi iktidarların güncel sanatı bir tehdit olarak görmemesi, eğer durum gerçekten bu ise, halka ulaşıp ulaşamamasından ziyade demokrasinin derecesi ile açıklanabilir. Bugün galerilerde, bienal sergilerinde keyifle izlediğimiz birçok yapıt, 30 yıl önce, yani 12 Eylül rejimi sırasında sansüre uğrardı, sergiler kapatılır, sanatçılar tutuklanırdı. Siyasal iktidarın demokratik veya faşist olması sanatçı açısından büyük fark yaratır.
Bunun dışında, nerede olursa olsun, siyasi iktidarlar korku, yalan ve propaganda üzerine kurulur. İnsanlar da buna gönüllü olarak boyun eğerler, siyasi iktidarın işini kolaylaştırırlar. Bence her sanatçının otorite ile bir sorunu vardır, olmalıdır. “Yenilgilerimin Kutlaması” adını verdiğim seri, ülkemizin geçmişinde her zaman mevcut olan militarist/otoriter iktidar eleştirisi olarak görülebilir. “Gölgenin Utancı” serisi ise buna karşı bir başkaldırı çağrısıdır.
Sanatın tek başına dünyayı “düzelteceğini” ummak naiflik olur. Bir sergi sonucu başlamış bir devrim hatırlamıyorum.
Halkın sanata ilgisi ise bir başka konu. Bence güncel sanatçılar, bugünkü koşullarda halka ulaşmak için bazen sanattan taviz vermek pahasına da olsa ellerinden gelen çabayı gösteriyorlar. İyimser değilim, ama umudum var.