Ali Cabbar ve Kırk Gözetleyici - Roger Pierre Turine

Roger Pierre Turine

Deniz ve olasılık dışı uzaklıklar, Tanrı’ya zincirlenmiş insan bilir nasıl bir serap bu, yasaklı uzamların serüvencisi, her düzeyde bir yönsüzlük türü…
Ali Cabbar, kendisine benzeyen ve bizleri, ayakta düş görmek üzere akıl almaz bir imgeler silsilesinde bir araya getiren, tuhaf ve büyüleyici bir dünyayla atıyor imzasını. Ve biz, bunca matraklık ve nihayetinde, iyi algılanmış bir hayatın gizli yanlarına dair şiirsel açılımlar karşısında, gözlerimiz faltaşı gibi büyümüş, oradayız.
Brükselli Türklerin en Belçikalı’sının grafik evreninde hemen her şeyden biraz var. Mizahtan uzam yitimine, melankoliden sarhoşluğa, nostaljiden kendi anılarına kadar, kendi imgelemimizi sorgulayan, resim sanatının yaradılışındaki yıkıcı anlam. Onda, şapkanın ve gizemlerin arkasında, alçakgönüllü kahramanlıklarla dolu küçük Belçika’mızda pek sevdiğimiz kişiler muhteşem bir biçimde bir araya gelir. Adeta rastlantı eseri karşılaştığımız, eğer onlar değilse bile, masaldaki gibi kardeşleri ya da benzerleri, Simenon ve korsanlarımız, ay serüvencilerimiz, modası geçmiş ütopik sömürgelerdeki altın arayıcılarımızdır onlar.
İkinci vatan olarak seçtiği bu yabancı yerle bütünleşmiş olan Cabbar, orada sanki kendisi için biçilmiş kaftan bir sanat tarihiyle ilişki kurarak besler düşselliğini. Bosch’un, Bruegel’in, Magritte’in, Delvaux’nun, Folon’un tini ve esini, doğrudan onun kendi grafik ve mitolojik fetihlerinin imgesinde filizlenir.
Öte yandan, buluşlar, beklenmedik şeyler, yürek sızlatan soyutlamalar açısından onca zengin bu dünya, Ali’yi tanıyanların gözünde, kendilerini sorgulamaksızın uygun adım yürümeyi reddedenler ve yasa tanımayanlar için her zaman güllük gülistanlık olmayan bu hayatta onun izlediği zorlu yola benzer.
Ali Cabbar politik bir sanatçı. Onun bu duruşu göz boyamak için değil, mücadele etmeden, bize gevelenen her şeyin boş, kötü şeyler, dahası büyük yalanlar olduğunu netlikle görmemize yardım eden bu bilinç olmadan, hiçbir şeyin asla elde edilemeyeceği konusunda bizi uyarmak içindir. Ve bize ifade ettiği, arıtıcı bir mizah dolu imgelemi ve özellikle sözle anlatılamayanın zarif şiiri paha biçilmez bir zenginliktir.

Öncelikle bir grafik tasarımcı

Ali Cabbar grafik tasarımcı olmaktan yüksünmüyor. Reklamcılık, organizatörlük ve gazete çizerliği mesleklerinden kimi zaman hoşnut olmayan başkalarının tersine, kendisi olmaktan tatmin oluyor. Çizgiler ve renklerle varoluşsal karmaşayı ifade etmeyi becerebilen bir çizer. Sanata, gravür ve grafikten gelmiştir ve şu anda tuval üzerinde eserler verse dahi kendisini başka türlü ifade etmez. 2001’e kadar –25 yıl boyunca– gazetelerde grafik tasarımcı olarak çalışmış. Ve çizer olmaktan gurur duyduğunu söylüyor. Yedi yıl boyunca The Wall Street Journal Europe’un sanat yönetmenliğini yaparken, zaman zaman Herald Tribune’da editoryal illüstrasyonlara da imza atmış. Ardından profesyonel bir sanatçı olmuş. Tüm yaşamı sanat onun ve bu hiç değişmiyor.
Yaşamına gelince… İstanbul’da doğan Ali Cabbar resimlerinde her zaman varolan simgeselliği ülkenin zorlu yıllarından alır.
Öncelikle deniz, vapurlar, uzaklardaki fenerler var. Kentin Asya yakasında otururken Avrupa yakasında çalışması, bu yüzden vapura binmek zorunda oluşu, sanki kendisini denizle evlendirmiş. İnceden inceye işlenmiş birçok resminin dekorunu, durgun deniz onun yalnızlığını gideriyormuşçasına, kısmetli belki de kısmetsiz- balıkçılar süsler.
Aynı zamanda hapsedilmiş, elleri ayakları sıkıca bağlanmış insanı çizer.
Kör edilmiş insan, gözleri kapatan eller, ya da kaybedilmiş göz, hafif sarhoş biçimde, kafasız insan…. Taşıması ağır geldiğinden mi acaba?
Cabbar düşselliğini, öyküleriyle, yaşadıklarıyla besler. Otuz yıl önce, siyasal olarak aktif bir öğrenciyken, askeri darbeyi yaşar. Tutuklanmış, üç yıl boyunca suskunluğa mahkum edilmiş, düzeni karıştıran anti faşist, komünist. Serbest bırakılmış, Avustralya’ya sürgün etmiş kendisini. Ardından Brüksel’e gelmiş, orada da kalmış!

Şiirsel gerçeküstücülük

Ali Cabbar’ı 2006’da Botanique Galerisinde sergi açtığında keşfettik, iyi ki kendisinin sıradışı ve zengin evreniyle ilgilenmişiz. Ondan kısa bir süre önce, iyi ve kötü günleriyle, düşsel bir dünyanın meyvesi olan “Sürgünsel Varoluş”unu (“Exilic Existence”) sergilemişti.
İmgeleminin büyük bir bölümünün kaynağı düştür onun. Yalın çizgileri, çok sevdiği ama daha henüz kendisini vermediği çizgi romandan esinlenir. Çizim yapma tarzı aynı zamanda illüstrasyon kökenlidir: İnsana, onun kimliğine, gerçekliğine bir bakıştır. Desenin dinamiği, anlatının derinliği.
Büyük harfle yazılan Yaşam’ın değil ama daha somut olarak, daha ustalıkla kendi yaşamışlığının muazzam tiyatrosunun öykücüsüdür o.
Fark etmiş miydiniz? Yapıtlarında göze sık rastlanır. Göz, ansızın hiç kimseye ait olmayan, kaygı verici, alışılmadık bir nesne. Peki ama çeşitli biçimlerde ifade edilmiş, gizlenmiş, örtülmüş evrende soluk kesici bir şekilde yer alan bu göz niye? Nasıl olabiliyor da bunu biliyor: Esin perilerinin seslerine akıl sır erdirilemez belki de!
Tam zamanının adamı olan Ali Cabbar bilgisayarda resim yapar. Kurşunkalemlerden, silgilerden ve elle boyamadan vazgeçer. Bilgisayar onun çizim tahtası olur. Can kurtaran simidi. İçinde çalıştığı küçük mağarası. Atölyesi. Bilgisayar sayesinde Ali renklerle oynar ve ardından her şeyi kâğıt ya da tuval üzerine basar. Eşsiz yapıtlar. Bir yaratıcıya dönüşen grafik tasarımcısı. Absürd şiirle flört eden iç dünyanın (yaratıcı tanrısı) demiurg’u. Ali Cabbar’la her şey otoportredir. Kişisel yaralara hizmet eden bir yönsüzlük. Genel olarak, biraz gerçeküstücü biraz dışavurumcu olan seriler halinde çalışır.
“Gölgenin Utancı” serisinde bir adam orada olduğu için özür diler gibidir; bir diğeri lanetler, yalvarır, alaycı bir tavırla asker selamı verir ya da dönemin yasaklarını taklit eden trajik, kahraman bir palyaçodur. Gölgelerle gerçeklik arasında bir yaşam gerçekleşir ve teslim eder kendini, tıpkı yaşamlarımızın karmaşalarına bir ek gibi. Başka yerde kurukafalı bir kör adam, kafayı kaplayan kelebekler, bir adam değişken hayatına doğru yürümekte. Yaşamdan ölüme doğru.
Bu adam, şurada oturmuş, öte tarafta benliğine olanaksız sorular nüfuz etmiş durumda, vücut yeryüzüyle gökyüzü arasında asılı kalmış. Renkler, duruşlar, baş dönmeleri: Cabbar etkili, gergin, kopartan bir desene sahip ve biz suç ortaklarıyız. Otoportreler: Gökyüzünde pamuktan bulutlar, uçan, havalanan şemsiyeli adam, daha insani dünyalar düşlüyor. İp cambazı, kürekçi, sokak feneri yakıcısı, bir “küçük prens” gece uyanık bekliyor. Cabbar’da şiirsel balelerin şenlik fişekçisini selamlıyoruz. Ondaki ışık imparatorluğu karşıtların diyaloğunu açıyor, yararlı ile hoş olanı birleştiriyor.
Botanique’deki sergisinden sonra şöyle yazmıştık: “Cabbar karakteri yaşam ipinin üzerinde, düşle gerçeklik arasında, durağanlıkla dinamiklik arasında, çizgi romanla yağlıboya arasında, Tenten’le Magritte arasında, yürüyen bir cambaz. Cabbar Türk olmasına karşın burada kendisini dostlar arasında gibi hissetmeli.” Bu konuda ısrar ediyorum, aynı sözlerin altına imzamı atarım.
Gölge ve ışık oyunları, alay ve siyaset, özlem ve verismo, sanatçı ender olarak durgunlaşan denizlere sürüyor kayığını, insanın sağlam olduğundan daha çok oynak bir toprağın üstünde attığı adımlar gibi, sürekli yeniden başlanan denizlere…
Cabbar’a gidin onun size geldiği gibi, yola gelmeyen gözetleyiciler olarak: Dudaklarda hin bir gülümsemeyle!

Brüksel, 25 Şubat 2010

Metnin Fransızca orijinalinin başlığında kelime oyunuyla Ali Baba ve Kırk Haramiler’e gönderme yapılmaktadır: “Ali Cabbar et les quarante voyeurs”.