Ali Cabbar'ın, Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi'nde devam eden Huzursuz Gölge adlı sergisi hakkında basında çıkan yazılardan seçmeler...


Kuyruklu Yalan, 2009


Huzursuzluğa Övgü

Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi, grafik tasarımcısı Ali Cabbar'ın Huzursuz Gölge sergisine ev sahipliği yapıyor. Portekizli yazar Fernando Pessoa ile yolu kesişen sergi, adından anlaşılacağı üzere huzursuzluğun ağırlığını bir kurşun peltesi gibi önünüze seriyor, izleyicisinin içine sıra sıra sorular düşürüyor.

Musa İğrek/Zaman/10.04.2010

Portekiz edebiyatının usta ismi Fernando Pessoa bir mektubunda: "Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette, ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez olduğu limana varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok. Üstünden çok zaman geçti bunların, ama benim hüznüm hepsinden eski." der. Unutmanın zorluğu insanı içten içe kemirirken en onulmaz yaralar bu vesileyle kaşınır durur. Üzerine gittikçe büyüyen bir huzursuzluk hali insanı kaplar. Pessoa'yı ve daha nice insanı tedirgin eden bu hal, bir gölge gibi peşimizde dolanıp durur. Her gün bu yüzleşmeye yeni birilerini ekleyerek. Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi, Ali Cabbar'ın 'Huzursuz Gölge' sergisine ev sahipliği yapıyor. Küratörlüğünü Başak Şenova'nın yaptığı sergi, adından anlaşılacağı üzere huzursuzluğun ağırlığını bir kurşun peltesi gibi önünüze seriyor. Yolu, Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı ile kesişen sergi, hayatın hırpaladığı iki dertli çocuğu aynı kıyıda buluşturuyor: Biri Fernando Pessoa diğeri Ali Cabbar. Alaycı, kuşkucu, çokça melankolik Pessoa'nın öyküsü malum. Cabbar'ın da, kulak verince biraz burkan bir hayat hikâyesi var: 12 Eylül darbesinde tutuklanır, işkence görür, hapis yatar. Bu, içinde unutulmaz bir gedik açar. Özgürlüğüne(!) kavuşunca da yüzünü başka bir ülkeye çevirmek zorunda kalır. Yurdundan olma hali onu zor bir sürece sokar. Pessoa'nın yukarıda sözünü ettiği gibi bir unutma rıhtımı bulamaz.


KAYGI DOLU DÜZLÜKLER
Grafik tasarım eğitimi alan Cabbar çalışmalarını Brüksel'de sürdürüyor. Sürgün, yabancılık, öteki olma hali ise hep peşinde, huzursuz bir gölge gibi. İşlerindeki sadeliği kurcalayınca kuyu gibi içine çeken bir büyü beliriyor. Tüm eserlerinde portresi var. Pessoa'nın kitaplarını yetmiş ayrı kişiye bürünerek yazdığı söylenir. Cabbar da farklı örtülerin altından derdini anlatıyor. Aslında hep işaret ettiği yine kendisi. Yaşadıkları Pessoa'nın şu cümlelerine denk düşüyor: "Kendi benliğimin derinliklerine ne kadar dalarsam dalayım, düşlerdeki tüm yollar beni kaygı dolu düzlüklere çıkarıyor." Sergi; çizim, duvar resmi, animasyon, ışıklı kutu ve mekânsal yerleştirmeler gibi farklı biçimlerin yer aldığı bölümlerden oluşuyor. Kalemsiz, silgisiz, boyasız bilgisayar ortamında ete kemiğe bürünen eserlerin Sürgün, Arada, Geçmişi Taşımak, Kâbuslardan Kaçış Her Daim Konuk, Huzursuz, Yurtsuz, Köksüz, Kaçış, Teslimiyet... gibi isimlere sahip olması, çok söz söylemeye hacet bırakmıyor. Giriş kattaki video (kelebeklerin şirinliğine aldanmayın), üst kattaki desenler ve bir tiyatro oyununu andıran adamlar da aynı sesin sahibine işaret ediyor. Hapsedilmiş, elleri ayakları bağlanmış insanlar bir çizgi roman sıcaklığında dursa da imge bombardımanına maruz bırakıyor. Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı eseriyle Cabbar'ın işleri arasında biçimsel ve içeriksel benzerlikler saptadığını söyleyen Başak Şenova "Ali Cabbar'ın işi bir bireyin siyasi, psikolojik ve varoluşsal boyutlarını siyasetle yoğun ilişkili bir hayattan işleyerek ele alır. Ancak işindeki siyaset yüklü konuların hiçbiri didaktik bir ton barındırmaz, bunun yerine kendilerini ya sembollerle veya kara mizahla gizlerler. Bu yolla, deneyimlerinin huzursuzluğunu örten bir gölge oluşturur. Yine de şüpheci bir izleyicinin daima gölgenin karanlıklarında saklı olanı açığa çıkartma zevkini harekete geçirecektir." diyor. Pessoa, "Sanat, hissettiklerimizi başkalarına hissettirmek, kişiliğimizi özgürleştirmek için özgün bir yol sunarak onları kendilerinden kurtarmak üzerine kuruludur." der. Cabbar da işleriyle bu özgür olma halini dile getirmeye çalışıyor. Militarist/otoriter iktidar eleştirisi çağrışımlar, anlamlar ve kara mizahla bir potada erirken izleyicinin de içine soruları bir bir fırlatıyor. Cabbar'in Gordion'un düğümünü çözmeye niyeti yok ama dışavurdukları, herkesin yüzleşmekten ürktüğü meseleler. Pek çok hikâyesini sizin tamamlayacağınız sergiyi, gezip bitirdikten sonra Pessoa'nın şu sorusunu yanınıza alın "Hissetmek ne renktir acaba?" Huzursuz Gölge, 2 Mayıs'a kadar gezilebilir.


Yenilgilerimin Kutlaması 2 (Bayrak Töreni), 2009


Rüyasız Bir Uykudur Unutmak


Ali Cabbar'ın 'Huzursuz Gölge' sergisinden Fernando Pessoa'nın 'Huzursuzluğun Kitabı' isimli kitabına yolculuk...


Jülide Karahan/İnfomag/Nisan 2010

Brüksel'de yaşayan Ali Cabbar'ın 'Huzursuz Gölge' (Disquiet Shadow) isimli kişisel sergisi, 7 Nisan'dan itibaren Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi'nin konuğu. Cabbar, bundan birkaç ay evvel Ertuğrul Özkök'ün 'Tırkıye ya Tırkane' başlıklı yazısına vesile olan desenin çizeri kişi. Desen, Hürriyet Gazetesi'nde değilse de Medyatava'da yayınlandı geçenlerde; merak edenlere...
"Çok zekice düşünülmüş o müstehzi eleştiri"nin sahibi sanatçı, 21 yıldır ülkeden epey uzakta. İstanbul doğumlu Ali Cabbar'ın görünen hikayesinde, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Sanatları Bölümü'nden mezun olmak, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası Avustralya'ya siyasi mülteci olarak göç etmek ve sonunda Brüksel'e demirlemek var. 2001 yılına dek -25 yıl kadar- gazetelerde grafik tasarımcı olarak çalışan Cabbar; bunun yedi senesini The Wall Street Journal Europe'un sanat yönetmenliğini yaparak ve Herald Tribune'ün editoryal illüstrasyonlarını çizerek geçirmiş. Geçen bunca zamanın ardından artık sadece sanatçı Cabbar.

İşte Benim Öyküm
İstanbul'daki ilk kişisel sergisini 'Eğer bir balık olsaydım...' başlığıyla 1987'de açmış olsa da; sanatçının Türkiyeli sanatseverle yakın teması, 2005'deki 'Sürgünsel Varoluş' isimli sergiyle gerçekleşti. Cabbar'ı daha yakından tanımak için 'İşte benim öyküm' dediği malum çalışmaya dönmeli. Sanatçı; Atatürk Kültür Merkezi'nin geniş salonundaki sere serpe sergisinde; başrolü kendisine, yardımcı rolleri ise fener, vapur, Kız Kulesi ve martılara vermişti.
İnsanı; kalabalıklar içinde yalnız, tanıdıklar içinde yabancı, mutluluklar içinde tedirgin bırakan bir sergiydi "Sürgünsel Varoluş'. Resimlere bakarken zihnimize birtakım kelimeler üşüşmüş; göz hizasının biraz altına indiğimizde 'tam da buydu aradığım' hissiyle 'Yabancılaşma', 'Kayıp', 'Bölünme' ve 'Boşluk' gibi yapıt isimleri karşılamıştı bizi.
Yaşamını 'mültecilik-göçmenlik-sürgün' üçgeninde geçirmiş bir sanatçı Ali Cabbar. Ona göre sürgün olmak; yönünü ve geri dönüş umudunu yitirmek, hiçbir yerde kendini evinde hissedememek ve hep yabancı kalmak. Kendisine bir hayli benzeyen figürleri arka plandaki olaylardan ve hatta yaşamdan kopuk çizmesi tamamen bundan mütevellit.
"Yurt dışındaki yıllarımın başında, Avustralya'da kendimi bir göçmen olarak görmeye çalıştım; ama beceremedim" diyen sanatçı, bunu uzaklığa ve coğrafi konuma bağlamış. Avrupa'ya geçtiğinde de bir değişiklik olmayınca, içinde yaşadığı kültüre uyum sağlayamayacağını iyiden iyiye anlamış. "Sorun aradaki değil, içimdeki mesafeydi" diyen Cabbar, kendisini kesilip mekana yapıştırılmış gibi hissetse de durum göründüğü kadar kötü değil. Çünkü sanatçı, hiçbir yere ait olmadan yaşamayı ve akıp gidenlere seyirci kalmayı kabullenmiş sonunda. Üstelik mutlulukla...

Bilgisayar Defter, Fare Kalem
Zamanında grafiğin taş devrine tanık olsa da epeydir bilgisayar başında üretiyor sanatçı. Bilgisayar defteri, fare kalemi... Yine de bilgisayarın sunduğu her türlü teknik cambazlığa prim vermiyor Cabbar. Figürlerin ifadelerine gizlenen duyguları hissettirmek farenin harcı değil ayrıca. Üşenmeyip sanatçının son dönem işlerinden oluşan 'Huzursuz Gölge' isimli sergiye 2 Mayıs'a dek uğrar ve özellikle 'Gölgenin Utancı' serisine dikkatle bakarsanız, ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaksınız.
Küratörlüğünü Başak Şenova'nın yaptığı sergi, sanatçının farklı mecralarda çalıştığı eserleri bir araya getirmesi bakımından da önemli. Roger Pierre Turine'in 'Ali Cabbar ve Kırk Gözetleyicisi' isimli makalesinde kaleme aldığı üzere; "Brükselli Türklerin en Belçikalısının grafik evreninde hemen her şeyden biraz var. Mizahtan uzam yitimine, melankoliden sarhoşluğa, nostaljiden anılara..."
Kara mizahın hakim oluduğu işler, 'anlam-duygu-çağrışım' üçgeninde ilerliyor ve tek bir kapıya çıkıyor: Fernando Pessoa'nın 1982'de yayınlanan 'Huzursuzluğun Kitabı' isimli yapıtına... Öyleyse son söz niyetine Lizbonlu muhasebeci Bernardo Soares'e kulak verelim: "Çok düş kurdum ben. Bunca düş kurmuş olmaktan yorgunum, ama düş kurmanın kendisinden yorulmuş değilim kesinlikle. Kimse yorulmaz düşten, çünkü düş unutmaktır ve unutmak üstümüzde ağırlık yapmaz; uyanık uyuduğumuz, rüyasız bir uykudur unutmak..."

Tek Ayak Üstünde, 2009


Gölgelerin Huzursuzluğu


Ali Cabbar, Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde 2 mayısa kadar ziyarete açık olacak ‘Huzursuz Gölge’ adlı sergisinde, bireylerin iç hesaplaşmalarını sorguluyor.

Erkan Doğanay/Taraf/15.04.2010

Ne kadar huzurlu insanlarsınız. Şaşıyorum doğrusu bu halinize; hiçbir şey olmamış, olmuyor ya da yaşanmıyor gibi şen şakrak olabiliyorsunuz. Kıskanılır gibi bu körlüğünüz ama maalesef bizler görüyoruz bütün olup biteni, bütün çıplaklığı ile gerçekleri... İrili ufaklı, ciyak ciyak bağıran gerçekler... Nasıl da rahatlıkla yürüyüp geçiyorsunuz yoksul sokaklardan o şımartılmış sofralarınıza. Balkonlarınızda dalgalanan bayraklara nasıl da gururla bakıyorsunuz; sokak ortasında yaşanan linçleri hiçe sayarak... Hayret!
Gölgenin bile artık huzursuz olduğu bir dönemde siz rahat olun ve suçlu saymayın kendinizi, nasıl olsa cezalandırılanlar var sizlerin yerine. Kabul etmeyin hiçbir şeyi ve örtün üzerini bir ölüyü gömer gibi, yaşanan acıların sizin gözünüzde ne değeri olabilir ki...
Ali Cabbar’ın son sergisindeki ‘Huzursuz Gölge’ler aynı şaşkınlığı yaşayıp gerçeğe ve yaşananlara sorular yöneltiyor. Huzursuz Gölge’lerle Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde 2 Mayıs'a kadar konuşulabilir. Cabbar, tıpkı Baudelaire’in Kendini Cezalandıran Kişi adlı şiirindeki “Yara ben’im, bıçak ben’im!/ Hem tokat, hem tokat yiyen!/ Çarmıh da ben, İsa da ben,/ Hem cellat’ım, hem kurban’ım.” dizelerini onaylar gibi kendi yaşamı üzerinden izleyiciye yöneltiyor sorularını ve izleyiciyle birlikte huzursuz olmak istiyor.
Ali Cabbar, öğrencilik dönemine denk gelen 12 Eylül darbesine karşı durmak için yayımlanan politik bir yayın yüzünden üç yıl Metris Askeri Cezaevi’nde tutuklu kalır. Çıktığında, dışarısının daha büyük bir cezaevine dönüştüğünü görünce önce Avusturya’ya (doğrusu Avustralya olacak), ardından da Belçika’ya göç eder. Bir bakıma darbecilerin sürgün ettiklerinden yalnızca biridir Cabbar. Tutsaklık belleğinde yer etmiştir ve devamında bir kopuş, bir yabancılaşma süreci başlar.
Huzursuz Gölge adını verdiği serginin bütününü oluşturan işlerinde, yalnız figürlerin gölgeleri ile giriştikleri mücadele aslında bireyin kendi iç hesaplaşmalarını anlatır. Gölge kişiselleşmiş ikinci bir aktöre dönüşür. Bazen tam bir uyum sergileyerek eşlik eder figüre, bazen açıklayıcı bir dille yüzeyde yer edinir kendine. Bazen de yüzeyde tamamlayıcı bir unsur olarak karşımıza çıkar. Anlatı, Cabbar’ın çalışmalarına yön veren önemli bir etkendir. Bütün işlerinde atlamalar ve eksik zaman çekimleriyle kendi anlatıları vardır. Anlar ve hareketler çoğunlukla bölük pörçüktür. Bazıları kurnazca yanıltıcı, bazıları ise masum... Acı verici ve huzursuzdurlar. Teslimiyet, Gölgenin Utancı, Yenilgilerimin Kutlaması ya da Suret Kağıtları adlı seri çalışmalar politik anlatıdan yola çıkarak, Türk bayrağı ile milliyetçilik üzerine gider. İlk Samsun vakalarından Ogün Samast sorgusunu hatırlayanlar anımsayacaktır; kahraman görülenler için bayrak sembol olarak bir ödül, karşıt görülenler içinse bir ceza olarak yer almaktadır

Yenilgilerimin Kutlaması 1 (Ti Borusu), 2009

Dökmeyi reddettiğim kanların şerefine borazanımı alıp yenilgilerimi kutlarım


12 Eylül'de üç yıl Metris'te yatan sanatçı Ali Cabbar yıllar sonra müthiş bir sergiyle döndü

Ezgi BAŞARAN/Hürriyet Cumartesi/17.04.2010

Sanatçı Ali Cabbar’ı bilmiyorsunuz. Normaldir, çünkü burada değildi. 12 Eylül döneminde tutuklandı, Metris’te yattı. Sonra gitti başka ülkelerde yaşadı. Bu da normaldir, çünkü hapisten çıktıktan sonra tadı kaçmıştı. Hala Belçika’da yaşıyor ama İstanbul’daki Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’nde açtığı Huzursuz Gölge sergisi o kadar güçlü ki, Türkiye çağdaş sanat ortamında kalıcı olacağı kesin. Resimlerinde figür olarak sadece ve hep kendisini kullanan Cabbar, 12 Eylül dönemini, hiç bir yere ait hissedememenin ne manaya geldiğini ve yenigilerini neden kutladığını anlattı.

İstanbullu musunuz aslen?
1956’da
İstanbul’da doğdum. Yoksul ve mutsuz bir ailenin çocuğu olarak. Pembe boyalı bir evimiz yoktu! Benden dört sene sonra bir erkek kardeşe kavuştum. Neyse ki nüfusumuz daha fazla artmadı. Üstüne toz şeker dökülmüş Sana yağlı ekmekle büyüdüm. Nefistir! İlkokulda kafası çalışan bir öğrenci olduğum için öğretmenimin kışkırtmasıyla kolej sınavlarına sokuldum. Darüşşafaka Lisesi’ne girdim. İyi bir eğitim alma şansım oldu.

Marmara Güzel Sanatlar’ı bitirmişsiniz. Ne zaman “Sanatçı olacağım ben” diye karar verdiniz?

Lise birinci sınıftaydım. O zamanki adıyla Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nun yıl sonu sergisini gezmiş, çok etkilenmiştim. Ondan sonraki iki sene, lisede bütün duvar gazeteleri ve eğitsel kol afişlerini ben hazırladım. Zaman zaman disiplin kurulunca çizgiyi aşmaktan cezalandırıldım ama değdi. Çünkü o yaşta çok önemli birşey öğrenmiştim: Yazarak ve çizerek ‘disiplin ve düzeni sağlamakla görevli’ insanları sinir etmek pekala mümkündü!

Üniversite yıllarında da böyle devam ettiniz herhalde?
E tabii... Ben o zamanki koşullarda olabilecek en iyi eğitimi aldığımı düşünüyorum. Ama bugünkü imkanlarla kıyaslandığında çok geriydik. Malzeme yoktu, çok pahalıydı. Grafik bölümündeki özgün baskı atölyesinde gravür boyası yoktu, matbaa mürekkebi kullanırdık. Gülsün Karamustafa, Balkan Naci İslimyeli, Ergin İnan, Fevzi Karakoç, Hüsamettin Koçan gibi sanatçılar o zaman genç asistanlar olarak öğretim üyeliğine başlamışlardı. Dünyada ne olup bittiğinden, güncel sanattan bihaberdik, yurtdışına çıkmak zaten bir hayaldi. İnanın kimse bize Venedik’te yüz senedir süren bir bienal olduğundan bahsetmedi. Sahne Picasso’da donmuştu sanki.

12 Eylül öncesinde öğrenci hareketinin içindeydiniz. Politize olmanız hangi olayla başlar?
Politize olmaya 12 Mart sonrasında başlamıştım, Deniz Gezmiş’in yakalanma fotoğrafını gördüğümde... Öyle güzel bir insanın öldürülmesi, 15-16 yaşlarımda beni çok etkiledi. Ondan önceki yıllarda da babamla mitinglere giderdik. Türkiye İsçi Partisi üyesiydi. Hikaye öyle başlar anlayacağınız... 12 Eylül öncesi dönemin doğru bir tahlilini yapmak için henüz vakit çok erken ve elde yeterince veri yok. Son aylarda ortaya çıkan “Balyoz/darbe” planları o zamanlar nelerin dönmüş olacağı, ne gibi dolapların çevrildiği konusunda ipuçları veriyor. Demokratik bir ülkede, hatta bugünün Türkiye’sinde bile suç sayılmayacak nedenlerden dolayı defalarca gözaltına alındık, coplandık, işkence gördük, tutuklandık. Birçok arkadaşımız öldürüldü. Gençler birbirine düşman edildi. Utanç verici bir dönem...

Siz ne kadar hapis yattınız?

97 günü gözaltında olmak üzere 3 yıl Metris Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldım. Bu sürenin üç-dört ayı açlık grevleriyle geçti. Birkaç sene önce Irak’taki Ebu Garib cezaevinde Amerikan askerlerinin Iraklı tutuklulara yaptıkları işkencelerin fotoğraflarını görünce o günleri anımsadım. Benzerlik ürkütücüydü. Neyse ki, bizim askerler yabancı değildi! 12 Eylül darbesinin üzerinden 30 sene geçti. Umarım bir gün darbecilerin yargılandığını görürüm.

1988’de Avustralya’ya göçtünüz?
Cezaevinden çıktıktan sonra bir uyumsuzluk krizi yaşadınız herhalde...
Cezaevinden çıktıktan sonra hayata ayak uydurmaya çalıştım. Olmadı. Darbenin lideri cumhurbaşkanı olmuş, beyaz keten takım elbisesi, bastonu ve panama şapkasıyla Türkiye’yi teftiş ediyordu. Bir performans sanatçısı gibi Atatürk’ün bazı pozlarının yeniden canlandırmasını yapıyordu sanki... Zaten sonra da kendini tamamıyla sanata adadı biliyorsunuz! Picasso’dan daha iyi resimler yapmaya başladı. Bu benim için son darbe oldu! Küçük bavulumu toplayıp uzun bir seyahate çıktım. Dolaşmayı sevdiğimi anladım. İşte böyle... 21 senedir yurtdışındayım. Önce Avustralya, sonra Belçika’da yaşadım.

Memleketle aranızda bir kırgınlık var değil mi hala?
Haliyle... Biliyor musunuz, Avustralya ve Belçika’da devletin kendi halkına ya da başka milletlere tarihte yaptıkları zulümden dolayı özür dilediğine tanık oldum. Avustralya 200 küsur sene önce başlayan Aborjin halkını yok etme, asimile etme politikasından dolayı, Belçika ise Kongo’daki kanlı sömürgecilik tarihinden dolayı af diledi. Bundan niye bahsettim, bilmiyorum...

Avustralya ve Belçika yıllarının büyük bölümünü sürgün olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Gönüllü sürgün! Hiç şikayet etmedim. Amerikan filmlerindeki klişe bir cümlenin Türkçe çevirisiyle söylersem; "her anını sevdim". Bir yere ait olmama, olamama duygusunu özgürleştirici buluyorum. İnsanı milliyetçilikten arındırıyor.

Neredeyse bütün resimlerinizde aynı karakter var. Sizsiniz o değil mi?
Evet, Ali Cabbar! 2005’te AKM’de açtığım otobiyografik sergi için yaptığım işlerde model olarak kendimi kullandım. Her resim önce kafada beliriyor. Onu tamamıyla ortaya çıkarmak için fotoğraflar çekiyorum. Yani kendi kendime modellik yapıyorum. Bu pozlardan yararlanarak çizimimi yapıyorum. Anlattığım şeylerin daha gerçek göründüğünü farkettim kendimi kullandığımda. Yüzümün her tuvalde tekrarlanması sergiye bir performans havası veriyor. O nedenle bu anlatım biçimini sürdürmeye devam ediyorum. Dünyaya ve kendimize dışardan bakabilmek bir maharet değil, mutasyon olarak adlandırılmalı bana kalırsa.

Resimlerdeki Ali Cabbar’ın çok gergin, huzursuz ve sıkıntılı olduğunu görüyorum... Siz kendinizi dediğiniz gibi dünyayla barışık, sağlıklı biri olarak görüyor musunuz?
Doğru bir gözlem. Resimlerimdeki figürler gerçekten gergin ve huzursuzlar. Hatta izleyiciyi de huzursuz ediyorlar. Ama kendi yaşadığım hapis ve işkenceyle doğrudan bir bağlantısı yok, eğer ima ettiğiniz buysa? Bunlar bugüne ait huzursuzluklar. Bazı şeylerin hala değişmemiş olması bende hem hayal kırıklığı hem de huzursuzluk yaratıyor.

Kendinizi nerede huzurlu ve tam hissediyorsunuz?
Kökleri salkım saçak toprağın dışında dolaşan biri huzurlu olamaz. Ben herhalde Asya ile Avrupa’nın tam ortasında olmak isterim. Yani vapurda? Eskiden, beyaz badanalı, metruk bir yapıyken Kız Kulesi’nde yaşamak isterdim.

Peki memleketine kırgın, yıllarca sürgünde yaşamış bir sanatçı kendini nereye ait hisseder diye sorayım öyleyse?
Kendime bile ait olmak istemem. İnsanlara güven olmaz! Eğer ülke olarak nereye ait olduğumu soruyorsanız, Victor Hugo’nun bir cümlesiyle cevaplayayım; milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin.

Sergide beni en çok etkileyen seri Yenilgilerimin Kutlaması adını taşıyor... Nasıl çıktı o seri?
12 Eylül’ün 30. sene-i devriyesi münasebetiyle... O seri iki katmanlı olarak okunabilir. Birincisi gençlik yıllarımda soyunduğum vatan kurtarıcılığı dönemimin özeleştirisi. İkincisi, bizi yöneten militarist, faşist sistemin hiç durmadan bizi bizden kurtarmaya çabalamasının eleştirisi. Millet olarak siyasi platformun hangi ucunda olursak olalım, kurtarmaya kafayı takmış durumdayız. Kimse kimseyi kurtaramıyor üstelik.

Yenilgiyi nasıl kutlar insan?
Kendi mantığımı anlatayım: Dünya üzerindeki her milletin en önemli bayramları başka insanları yendikleri günlere göre belirlenmiş. Kaba kuvvet, askeri güç, döktüğün kanın miktarı kazandığın zaferin büyüklüğüyle doğru orantılı. Bu midemi bulandırıyor. O halde diyorum, ben de borazanı, trampeti alıp yenilgilerimi kutlarım. Dökmeyi reddettiğim kanların şerefine? Çünkü hayatta hiç kimseye zarar vermedim ben.

(Ali Cabbar ile Ezgi Başaran'ın söyleşisi Hürriyet gazetesi Cumartesi ekinde yayınlanmıştır.)

Kuklamın İpleri, 2007-2008

Ali Bu Kez Tam Anlamıyla Geldi


Ezgi Başaran/Hürriyet/04.04.2010

Ali Cabbar değiştirecek. Siz onu çok iyi tanımıyor olabilirsiniz, yıllardır Brüksel’de yaşadığından ve gerekmediği ölçüde tevazu sahibi olduğundan. Müthiş bir sanatçıdır. İzleyicisini afallatacak ölçüde derinliği vardır tablolarının. Ali Cabbar İstanbul’daki çağdaş sanat ortamını değiştirecek. Diyorum çünkü öyle bir gücü var. Var çünkü tablolarında kendisini fütursuzca değiştiriyor, geçmişini, 80 dönemiyle birlikte yaşadığı hapsolmuşluğu, sürgünü baştan yazıyor, bugünün siyasetine klişelerden ve hamasetten uzak, başka bir yerden bakıyor. Değiştirir diyorum çünkü örneğin Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’ni değiştirdi bile. 6 Nisan’da Ömer Koç’un özel davetiyle açılacak sergisi için küratör Başak Şenova’yla birlikte galeriyi neredeyse baştan inşa ettiler. Gördüğünüzde şaşıracaksınız. Kazım Taşkent sonunda bir banka şubesini andırmıyor, uluslararası bir sanatçının hikayesini anlatabilecek şekilde bir galeri artık. Ali geldi, Huzursuz Gölge sergisinde karşınıza çıkan bütün acayip halleriyle, bu kez tam anlamıyla geldi. Yapı Kredi’de bu sezon açılan en sağlam politik sergi olduğunu düşündüğüm Huzursuz Gölge sayesinde onunla layık olduğu şekilde tanışacaksınız. Süper bir şey!