Yenilgilerimin Kutlaması 1 (Ti Borusu), 2009

Dökmeyi reddettiğim kanların şerefine borazanımı alıp yenilgilerimi kutlarım


12 Eylül'de üç yıl Metris'te yatan sanatçı Ali Cabbar yıllar sonra müthiş bir sergiyle döndü

Ezgi BAŞARAN/Hürriyet Cumartesi/17.04.2010

Sanatçı Ali Cabbar’ı bilmiyorsunuz. Normaldir, çünkü burada değildi. 12 Eylül döneminde tutuklandı, Metris’te yattı. Sonra gitti başka ülkelerde yaşadı. Bu da normaldir, çünkü hapisten çıktıktan sonra tadı kaçmıştı. Hala Belçika’da yaşıyor ama İstanbul’daki Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’nde açtığı Huzursuz Gölge sergisi o kadar güçlü ki, Türkiye çağdaş sanat ortamında kalıcı olacağı kesin. Resimlerinde figür olarak sadece ve hep kendisini kullanan Cabbar, 12 Eylül dönemini, hiç bir yere ait hissedememenin ne manaya geldiğini ve yenigilerini neden kutladığını anlattı.

İstanbullu musunuz aslen?
1956’da
İstanbul’da doğdum. Yoksul ve mutsuz bir ailenin çocuğu olarak. Pembe boyalı bir evimiz yoktu! Benden dört sene sonra bir erkek kardeşe kavuştum. Neyse ki nüfusumuz daha fazla artmadı. Üstüne toz şeker dökülmüş Sana yağlı ekmekle büyüdüm. Nefistir! İlkokulda kafası çalışan bir öğrenci olduğum için öğretmenimin kışkırtmasıyla kolej sınavlarına sokuldum. Darüşşafaka Lisesi’ne girdim. İyi bir eğitim alma şansım oldu.

Marmara Güzel Sanatlar’ı bitirmişsiniz. Ne zaman “Sanatçı olacağım ben” diye karar verdiniz?

Lise birinci sınıftaydım. O zamanki adıyla Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nun yıl sonu sergisini gezmiş, çok etkilenmiştim. Ondan sonraki iki sene, lisede bütün duvar gazeteleri ve eğitsel kol afişlerini ben hazırladım. Zaman zaman disiplin kurulunca çizgiyi aşmaktan cezalandırıldım ama değdi. Çünkü o yaşta çok önemli birşey öğrenmiştim: Yazarak ve çizerek ‘disiplin ve düzeni sağlamakla görevli’ insanları sinir etmek pekala mümkündü!

Üniversite yıllarında da böyle devam ettiniz herhalde?
E tabii... Ben o zamanki koşullarda olabilecek en iyi eğitimi aldığımı düşünüyorum. Ama bugünkü imkanlarla kıyaslandığında çok geriydik. Malzeme yoktu, çok pahalıydı. Grafik bölümündeki özgün baskı atölyesinde gravür boyası yoktu, matbaa mürekkebi kullanırdık. Gülsün Karamustafa, Balkan Naci İslimyeli, Ergin İnan, Fevzi Karakoç, Hüsamettin Koçan gibi sanatçılar o zaman genç asistanlar olarak öğretim üyeliğine başlamışlardı. Dünyada ne olup bittiğinden, güncel sanattan bihaberdik, yurtdışına çıkmak zaten bir hayaldi. İnanın kimse bize Venedik’te yüz senedir süren bir bienal olduğundan bahsetmedi. Sahne Picasso’da donmuştu sanki.

12 Eylül öncesinde öğrenci hareketinin içindeydiniz. Politize olmanız hangi olayla başlar?
Politize olmaya 12 Mart sonrasında başlamıştım, Deniz Gezmiş’in yakalanma fotoğrafını gördüğümde... Öyle güzel bir insanın öldürülmesi, 15-16 yaşlarımda beni çok etkiledi. Ondan önceki yıllarda da babamla mitinglere giderdik. Türkiye İsçi Partisi üyesiydi. Hikaye öyle başlar anlayacağınız... 12 Eylül öncesi dönemin doğru bir tahlilini yapmak için henüz vakit çok erken ve elde yeterince veri yok. Son aylarda ortaya çıkan “Balyoz/darbe” planları o zamanlar nelerin dönmüş olacağı, ne gibi dolapların çevrildiği konusunda ipuçları veriyor. Demokratik bir ülkede, hatta bugünün Türkiye’sinde bile suç sayılmayacak nedenlerden dolayı defalarca gözaltına alındık, coplandık, işkence gördük, tutuklandık. Birçok arkadaşımız öldürüldü. Gençler birbirine düşman edildi. Utanç verici bir dönem...

Siz ne kadar hapis yattınız?

97 günü gözaltında olmak üzere 3 yıl Metris Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldım. Bu sürenin üç-dört ayı açlık grevleriyle geçti. Birkaç sene önce Irak’taki Ebu Garib cezaevinde Amerikan askerlerinin Iraklı tutuklulara yaptıkları işkencelerin fotoğraflarını görünce o günleri anımsadım. Benzerlik ürkütücüydü. Neyse ki, bizim askerler yabancı değildi! 12 Eylül darbesinin üzerinden 30 sene geçti. Umarım bir gün darbecilerin yargılandığını görürüm.

1988’de Avustralya’ya göçtünüz?
Cezaevinden çıktıktan sonra bir uyumsuzluk krizi yaşadınız herhalde...
Cezaevinden çıktıktan sonra hayata ayak uydurmaya çalıştım. Olmadı. Darbenin lideri cumhurbaşkanı olmuş, beyaz keten takım elbisesi, bastonu ve panama şapkasıyla Türkiye’yi teftiş ediyordu. Bir performans sanatçısı gibi Atatürk’ün bazı pozlarının yeniden canlandırmasını yapıyordu sanki... Zaten sonra da kendini tamamıyla sanata adadı biliyorsunuz! Picasso’dan daha iyi resimler yapmaya başladı. Bu benim için son darbe oldu! Küçük bavulumu toplayıp uzun bir seyahate çıktım. Dolaşmayı sevdiğimi anladım. İşte böyle... 21 senedir yurtdışındayım. Önce Avustralya, sonra Belçika’da yaşadım.

Memleketle aranızda bir kırgınlık var değil mi hala?
Haliyle... Biliyor musunuz, Avustralya ve Belçika’da devletin kendi halkına ya da başka milletlere tarihte yaptıkları zulümden dolayı özür dilediğine tanık oldum. Avustralya 200 küsur sene önce başlayan Aborjin halkını yok etme, asimile etme politikasından dolayı, Belçika ise Kongo’daki kanlı sömürgecilik tarihinden dolayı af diledi. Bundan niye bahsettim, bilmiyorum...

Avustralya ve Belçika yıllarının büyük bölümünü sürgün olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Gönüllü sürgün! Hiç şikayet etmedim. Amerikan filmlerindeki klişe bir cümlenin Türkçe çevirisiyle söylersem; "her anını sevdim". Bir yere ait olmama, olamama duygusunu özgürleştirici buluyorum. İnsanı milliyetçilikten arındırıyor.

Neredeyse bütün resimlerinizde aynı karakter var. Sizsiniz o değil mi?
Evet, Ali Cabbar! 2005’te AKM’de açtığım otobiyografik sergi için yaptığım işlerde model olarak kendimi kullandım. Her resim önce kafada beliriyor. Onu tamamıyla ortaya çıkarmak için fotoğraflar çekiyorum. Yani kendi kendime modellik yapıyorum. Bu pozlardan yararlanarak çizimimi yapıyorum. Anlattığım şeylerin daha gerçek göründüğünü farkettim kendimi kullandığımda. Yüzümün her tuvalde tekrarlanması sergiye bir performans havası veriyor. O nedenle bu anlatım biçimini sürdürmeye devam ediyorum. Dünyaya ve kendimize dışardan bakabilmek bir maharet değil, mutasyon olarak adlandırılmalı bana kalırsa.

Resimlerdeki Ali Cabbar’ın çok gergin, huzursuz ve sıkıntılı olduğunu görüyorum... Siz kendinizi dediğiniz gibi dünyayla barışık, sağlıklı biri olarak görüyor musunuz?
Doğru bir gözlem. Resimlerimdeki figürler gerçekten gergin ve huzursuzlar. Hatta izleyiciyi de huzursuz ediyorlar. Ama kendi yaşadığım hapis ve işkenceyle doğrudan bir bağlantısı yok, eğer ima ettiğiniz buysa? Bunlar bugüne ait huzursuzluklar. Bazı şeylerin hala değişmemiş olması bende hem hayal kırıklığı hem de huzursuzluk yaratıyor.

Kendinizi nerede huzurlu ve tam hissediyorsunuz?
Kökleri salkım saçak toprağın dışında dolaşan biri huzurlu olamaz. Ben herhalde Asya ile Avrupa’nın tam ortasında olmak isterim. Yani vapurda? Eskiden, beyaz badanalı, metruk bir yapıyken Kız Kulesi’nde yaşamak isterdim.

Peki memleketine kırgın, yıllarca sürgünde yaşamış bir sanatçı kendini nereye ait hisseder diye sorayım öyleyse?
Kendime bile ait olmak istemem. İnsanlara güven olmaz! Eğer ülke olarak nereye ait olduğumu soruyorsanız, Victor Hugo’nun bir cümlesiyle cevaplayayım; milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin.

Sergide beni en çok etkileyen seri Yenilgilerimin Kutlaması adını taşıyor... Nasıl çıktı o seri?
12 Eylül’ün 30. sene-i devriyesi münasebetiyle... O seri iki katmanlı olarak okunabilir. Birincisi gençlik yıllarımda soyunduğum vatan kurtarıcılığı dönemimin özeleştirisi. İkincisi, bizi yöneten militarist, faşist sistemin hiç durmadan bizi bizden kurtarmaya çabalamasının eleştirisi. Millet olarak siyasi platformun hangi ucunda olursak olalım, kurtarmaya kafayı takmış durumdayız. Kimse kimseyi kurtaramıyor üstelik.

Yenilgiyi nasıl kutlar insan?
Kendi mantığımı anlatayım: Dünya üzerindeki her milletin en önemli bayramları başka insanları yendikleri günlere göre belirlenmiş. Kaba kuvvet, askeri güç, döktüğün kanın miktarı kazandığın zaferin büyüklüğüyle doğru orantılı. Bu midemi bulandırıyor. O halde diyorum, ben de borazanı, trampeti alıp yenilgilerimi kutlarım. Dökmeyi reddettiğim kanların şerefine? Çünkü hayatta hiç kimseye zarar vermedim ben.

(Ali Cabbar ile Ezgi Başaran'ın söyleşisi Hürriyet gazetesi Cumartesi ekinde yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder